Kayıtlar

İDRİS BEYİN'İN MEYHANESİ

Çalıştığım yerden çok mutlu olduğumu söylemeliyim sizlere. Yazları dışarıya attığımız masaları saymazsak 7-8 masa sığdırabiliyoruz içeriye. Ortada ev tipi bir soba ki zaten bir evden farklı değil içerisi de. Ahşap, ara sıra cilalayarak bakmaya çalıştığımız masa ve sandalyeler, yöreyle özdeşleşmeye başlayan ama patronumuz İdris Bey’in ısrarla maviye boyamadığı, kahverengimsi yukarıya doğru açılır pencereler, ara sıra gıcırdasa da bizi asla yarı yolda bırakmayan eski ahşap döşemeler, duvarda asılı, özlemini yıllardır çektiğimiz ve bu duygudan mahrum kalmak için de ısrarla gitmediğimiz eski İstanbul’a ait birkaç siyah beyaz fotoğraf… İdris Bey dediğime bakmayın, ağız alışkanlığı. Gözünü seveyim İskender, ne beyi Allah aşkına, biz eski dost değil miyiz? Nereden çıkartıyorsun bu “Bey”’i der bana sıkılıkla. Ben de, sanki iş yeri dışında “Bey” diyorum, burası senin yerin ve burada patron sensin, işle dostluğumuz zedelenmesin derim ve işin içinden çıkılmaz bir tartışmaya gireriz.  Gel beraber

İŞİN EN KÖTÜ TARAFI

Ağzımdan akan köpükler kustuğumun değil de başka bir durumun varlığından beni haberdar ediyordu. Sol kolumun alüminyum doğrama kapının kenarına, alnımı da koluma dayadım. Bir yandan ağzımdan akan köpüklerin siyah spor ayakkabımı beyaz çevirmesini izliyordum, bir yandan da içimdeki karanlığın git gide arttığını hissediyordum. Köpükler akmayı bıraktı ve tam o anda sanki sırtımda çantada bir ağırlık varmış sırt üstü devrilmeye başladım. Yavaş bir devrilmeydi. Sırt üstü yere uzanırken birden ağlamaya başladım. Çaresizlikti bu, sanki birileri benden bir şeyler yapmamı bekliyordu ve ben yapamıyordum. Hareket de edemiyordum, birisi sanki kollarımdan beni öylece bağlamıştı. Gözlerimden akan yaşların kulaklarıma erişip beni huylandırmasıyla uyandım. Gerçekten de uyandığımda kendimi ağlar vaziyette buldum. Bunu kızım daha doğmadan çok uzun yıllar önce de yaşamıştım. Ne olduğunu bilmediğim bir istikamete kontrolsüzce gidiyordum. Günün büyük bir çoğunluğu yolda ve işte geçiriyordum. İşten çıkış k

İLK CUMA

Bebeklerin ağlamalarının nedenini çoğunu tahmin edebiliyoruz. Açlık, gaz, altına yapma, korkma, kollanma gibi… Bazen öyle anlar olur ya hani, aklınıza gelen ne varsa yaparsınız ve yine de ağlamasını durduramazsınız, işte öyle gözyaşları süzüldü sakallarıma doğru. Sırtı iyice kamburlaşmış, babaannem vefat ettikten sonra iyice kabuğunu çekilmiş dedem ile babamın cenazesi evden çıkartılırken gözlerimden sessiz yaşların süzülmesine neden olan amcamın oğlu ile beraber Kurban Bayram’ın ilk günü Cuma namazı için camiye doğru yola koyulduk. Eskiden en azından 1 saat önce çıkıp, yürüye yürüye namaza birkaç dakika kala vardığımız cami için, şimdi ezan okunmadan birkaç dakika öncesinde çıkabiliyorduk. Önünden araba geçmeyen sapa evimizden camiye gitmenin başka yolu yoktu zira. Kurbanlarını bahçelerinde kesen birkaç komşunun yanından geçtik. Şehirde başkalarını uyarmak için çalınan kornanın köyde selam verme niyetiyle çalındığını bilen amcaoğlu sık sık kornasına dokundu. Etrafa korna çal

BAYRAM

Alışmam diyordum ama bu duyguya da alıştım. Üniversiteye gidene kadar yeni alınmış bayramlık ayakkabıyla (Ramazan Bayram’ından bahsediyorum zira yılda iki çift ayakkabı alabilecek kadar zengin olmadım hiç.) çıktığım bayram sabahı evinden çarşıya doğru yol alırken babam çoktan evin yakınındaki camiye sabah namazı için gitmiş olurdu. Namazın kılınmasına birkaç dakika kala camiye varır, yağmur yoksa bahçede hasırın üzerinde bayram namazımı kılar, sonra evden geldiğim yoldan değil de farklı bir yoldan eve doğru yol alırdım daha çok insanla bayramlaşabilme ümidiyle ve ancak hiçbir zaman bayramlaşmamak kaydıyla. Eve giderken birisi spor gazetesi olmak üzere en az 2 gazete alır, varsa taze ekmekle beraber eve babamdan sonra varırdım. Eve vardığımda babam kahvaltı sofrasında bizi bekler, annem son hazırlıkları yapar, ablam da elini yüzünü yıkamış yavaş yavaş mutfak masasına doğru gelirdi. Ondan sonra sıraya girer sıradan bayramlaşırdık. En küçük olan herkesin elini öperdi ve hiyerarşi

SARILMAK

Birkaç günümüzü geçirdiğimiz soğuk köy evinden sıcak şehir evine gitmeden önce yengemin verdiği köy tavuğunu, ona eşlik edecek pilava yataklık yapacak tereyağını, sabahları güne başlayacağım acı balı, rahmetlinin bahçesinde büyüyen, yengemin toplandığı yeşillikleri, önceki akşam yediğimiz patlamış mısırın patlamamış halini, bir dönem zayıflamak için yediğim ancak şu an ağzıma sürmediğim karalahanayı, akşamları annemi ziyaret ettiğimde yoğurdun içerisinde mideme girmek üzere şekerini salacak yeşil elmaları, hafta sonu kahvaltılarında rengiyle bizim köyden geldiğini hatırlatacak yumurtaları bavula ve çuvala yerleştirmeye çalışırken kapıya birisi vurdu varla yok arasında. “Hazırlanıyor muydunuz?” diye sordu dedem. Sorunun cevabını biliyordu da öylesine giriş cümlesi olarak kullandı bunu. Omuzları son gördüğümden daha da göçmüştü. Paltosunun içerisinde eğilmeye ve ufalmaya başlayan bedeli çok daha ufak görünüyordu. Rahmetlinin gecesini geçirdi yere buyur ettik. Ben yanına oturdum, an

SESSİZ VE SAKİN

Birkaç metre ötemdeki caminin imamının kulak gıcıklayan sesiyle okuduğu sabah ezanının daha ilk satırında uyandım ve yataktan sıçradım. Yıllar önce annemin Ramazan ayında sahura kaldırdığı gibi aynı çeviklikle. Sobalı evimizin sıcak salonuna çağırıyordu gecenin bir yarısı ve iki büklüm yataktan sıçrayarak sıcak salona gidiyordum. Gözlerimi kapattım ve huşu içerisine girmeye çalıştım ama bir türlü olmadı. Sesi gerçekten de rahatsız ediciydi. Rahmetli dedemin mezarının bulunduğu caminin imamının ezan okumasına dayanamıyordum ve bundan daha kötüsü olamaz herhalde diyordum. Bununla beraber o kadar kötü olmasa da ona en yakın kötülükteydi bu imamın sesi de maalesef. Dizlerim merdiven çıkmayı reddettiğinden beri yıkılmak için ufak bir sallantı bekleyen bu binanın ilk katına sığınmıştım. Hiç iç açıcı bir yer olmamasına rağmen emekli maaşımın yarısını buraya veriyordum. Bir odası bomboştu, benim kaldığım odada ise yatağım vardı. Gerçi yatak demek çok iddialı olurdu bu durumda, apaçık

ÖLÜM SERÜVENİ - BÖLÜM 2

Havalimanına varışımız ve bundan sonrası babamın ölüm anından itibaren başlayan filmin devamı gibiydi. Bir şeyler oluyordu etrafta da ben oradan oraya savruluyordum kimse bunu fark etmiyor olsa bile. Çarşamba Havalimanı, babamın ilk ve son kez indiği, doğduğu toprakların üzerindeki kurulmuş havalimanı. Öncesinde defalarca kendi kendime buraya gelmiştim. Mesafelerden dolayı çok da sıcak olamadığımız akrabalarımızla fırsat buldukça görüşmek için geldiğim alan. Kimse beni karşılamaya gelmemişti o ana kadar. Küçücük havalimanına vardığımızda, uçaktan indikten sonra çıkışa yürüdük. Görevlilerden birisine cenazeyi nereden alabileceğimizi sordum, o da tarif etti. Alışkanlıkla tarif ettiği yere yalnız gideceğimi düşünüyordum ancak önce olmadı. Havalimanının içerisine girişimizle diğerin tarafından çıkışımız neredeyse bir oldu. Binanın içerisine girdiğimizde diğer tarafta onlarca akrabanın bizi beklediğini anladım. Kapının açılmasıyla onlarca kadın hep bir ağızdan feryat etmeye başladı.